• Konular – 
  • Bekir Soysal

    Ruhları yok edilen şehirler

    (şehirlerin) Gayet sağlam bir ticareti kadar sağlam bir üretim kapasitesi vardı, benim çocukluğumda. Giderek o kayboldu. Erzurum'da mesela Iran'lı tüccarlar vardı, o taş mağazalarda. Iran'a mal sevkederlerdi Türkiye'den. Sonra 1960 ihtilalinin akabinde çekildi birdenbire aniden. Sanki bu adamlar otobüslere bindirilip sınırdışı edilmiş gibi. Böyle bir şey olmadı. Kendiliğinden Iranlı tüccarlar, Azeriydiler, Acem tüccarları derdik, onlar çekildiler. yani bir şehrin ruhunu canlı tutan, onu bir istikamet üzere yaşatan, bir şehir iradesinden söz etmeye çalıştım. şehrin o ruhu, kokusu, duruşu vardı her şehrin. Öylesi yere zaten şehir denir.

    Türk müziği yasağı ...Ama asıl faciat radyolardan 1932deki bir kararla, emirle, Türk musikisinin yasakalanmasıdır. Mustafa Kemal Paşa akşamları Türk müziğiyle eğleniyordu. Ama millet radyolarda Türk müziğini dinlemeden men ediyordu. Düşünebiliyormusunuz kendisinin tercihi Türk müziğiydi, bunlar eğleniyordu. Fakat sırf Batılılaşmak, muassırlaşmak kompleksi sebebiyle kendi öz müziğini, kendi radyolarında yasaklamış olmasıydı. Asıl üzerinde durulması gereken bunlar. Bu cumhuriyet döneminin ilk zamanları fecî sayılacak fiilleri bunlardır.

    Tarihin kara günleri

    ...Bir şey yapmadı değil elbette çok şey yaptılar (Cumhuriyeti kuran kadro). Bu geçiş dönemi. Sebebi şu: 600 senelik büyük bir yapı var önlerinde, gözlerini korkutuyor. Bir kerede istikametlerini değiştirdiler adamlar(Cumhuriyeti kuran kadrolar). Gelenekten kurtulmaları lâzım, tarihten kurtulmaları lâzımki, kendilerine bir alan oluşturabilsinler. Dolayısyla başlangıçta çok şeyler yaptılar maalesef. O (Cumhuriyet) dönemini aklamaya çalışanlar ahmakca şeyler yapıyorlar bence. Doğru bir şey değil.

    islami kitapların azlığı Geçen gün Ötüken yayınlarını yöneten, oraya hayat veren, binin üstünde neşriyata ulaştıran Nurhan Bey var. Ona sordum, dedimki: "Nurhan, o yıllarda muhafazakar kesimde yayınevlerinin tamamının kitap sayısı kaçtı?." "Ben bir gün bir başka arkadaşıma sordum . O da aynısını söyledi 30 değil" dedi. "En çok da 30". Yağmur kitabevinin yayınları vardı. Allah rahmet etsin, Ismail dayı nâmında bir zat. Nurettin Topcu'ya yakındı. Ali Fuat Başgil'e. Ilk elde ikisinin kitabını neşretti. Sonra Balıkesir milletvekili oldu ANAPta, Ankara'da vefat etti. Çok iyi dostumuzdu. Yani hepsi buydu. 30 kitapla kitabevimi açılır?!.

    Yasak kitaplar

    Türkiye'de yasaklanmış kitap sadece Bediüzzaman'ın kitaplarıydı, birde Rıza Nur'un Hayat ve Hatıratım vardı. Birde Sebil yayınevi vardı. Ordada 5-7 kitap vardı. Bunların çoğu da zaten Kadir Mısıroğlu'nun kendi kitaplarıydı. Kadir bey bir şey yaptı. Iyi takip etmiş. Rıza Nur'un hatıratını British Museum'a vermiş. British Museum'da bir kayıtı var. Işte şu zaman kullanıma açılsın diye. Onu takip etmiş. 1960'lı yıllarda da dolmuş o süre. Gitti oradan mikrofilmler halinde getirdi kitabı. Hatta ben bir kitap almaya gittiğimde Istanbulda, mikrofılm makineleri kurmuştu. Ben de eski yazıyı bildiğim için bir miktar yeni yazıya aktardım. Bir kaç gün öyle takıldım. O âlâkâdan dolayı bana epeyce bir kitap gönderdi. Hayat Ve Hatıratım - yanlış hatırlamıyorsam- 3 ciltti. Hacimli bir şeydi. Yasak olduğu için kitabevine yakın bir arkadaşımın evi vardı. Onların evine koymuştum(kitapları). Niye yasak olduğu belli bir kere. Mustafa Kemal hakkında ağır isnatlarda bulunan, Inönü hakkında, Lozan murahhasıydı. Onların topluma yaydıkları fikriyat hilâfına farklı şeyler söylüyordu. O kitabı ben Urfaya, Diyarbakıra götürdüm. Polis çevirme yaptı. Böyle 2 tane büyük koli. Beni indirdiler aşağıya. "Bunlar ne?"diye sordu. "Kitap", dedim. "Işte hatırat üstünde yazıyor" dedim. "Diyarbakır'daki kitapçılara götürüyorum" dedim. Bilmiyordu, elinde (kitap)listesi yok. O asayiş denetimi yapıyor. Allah sakladı. Dünyanın parası üstüme kalacaktı. Gittim sattım oralarda.

    Kültürsüzlük devrimi

    ...Ama şehir dinle münasebetini sürdürmüştür. Bir şeyden bahsetmişti annem. Bu 1930- 1940'lı yıllarda. Camilerin bir kısmı şu veya bu sebeple kapatılmıştı. Yani buna benzer müdaheleler olmuştu. Işte savaş bahane edilerek oralara mühimmat ve zâhire ambarına dönüştürülen camiler vardı. Medreseler kapalı, dini eğitim kısıtlı. Annem de derdiki : "Köylü, çarıklı adamlar gelir, Ramazanda ağızlarını çeşmeye dayar içer, giderlerdi" diyor. Bir (dini) erozyon olmuş demekki, o "modern" zamanlar itibariyle. Yani kıble değişmiş ya, her yere sirayet etmiş bir şekilde. Ama sonraları o şehrin ruhu diyeceğimiz insanlar çok çabuk derleyip toparlamışlar. Bunlar istisna, bunları söyleyeyim yani. Bu ağzını dayayıp, Ramazan'da su içenler istisna insanlar. Köylerde tâkîbat daha az olduğu için, sınırlı olduğu için dinden gelen anâneden, gelenekten gelen dinî duruşlarını muhafaza etmeleri daha kolay. Onun için ayağı çarıklıya işaret ediyordu annem.

    Istiklal mahkemeleri

    ...O kadar korkutmuşlardıki, şapka isyanı Erzurum'un maaruf bir avukatı Sinop'a sürgüne gönderilmiş. Adama (yanına) gittik, rahatlık zamanında(baskı devri kalktıktan sonra), bizi kovdu yanından. "Böyle şeylerle uğraşmayın" dedi, "işinize bakın siz" dedi. Çok çevik davrandı bize. O kadar, o korkuyu taşıyordu hâlâ üzerinde. Topcu şunu anlatmıştı. Karabekir, bütün muhalifleri topluyor istiklal mahkemesi. Karabekir'i (kendine sadık)askerler kurtarıyor. Elleri tabancalarında. (Mahkeme olduğu salonda) Gövde gösterisi yapıyorlar. Yemiyor mahkeme heyeti. Yoksa mahkeme heyetini öldürecekler, Kel Ali başta olmak üzere. Onun üzerine Hüseyin Avni beyi, bir kaç tane daha 2inci gruptan adam var, Çolak Sabahattin, Kara Vasıf. Meselâ bunlardan bir tânesinin kulakları duymuyor. Bir türlü mahkeme heyetiyle anlaşamıyorlar. Arkadaşını gösteriyor, eliyle işaret ederek: "şu ne dediyse, o ne dediyse aynısını kabul ediyorum" diyor. Yazıyorlar metni önüne koyuyorlar. "Onların ifadeleri seni ipe götürecek olsa da dahi mi kabul ediyorsun?" diye soruyorlar. "Evet" diyor, imzâlıyor altını. Sıra geliyor Hüseyin Avni Bey'e. Hüseyin Avni bey, dobra bir adam, mecliste çok mücadeleler etmiş. Meclis başkanı vekili. Aynı zamanda muhalif grubun başkanı. Hiç gözünü budaktan esirgemeyen bir adam. Mahkeme başkanı: "Bunu mahkum etmeyin" diyorlar. "Bunu biz kontrol altında tutarız. Bundan bize zarar gelmez" diyor. Ölene kadar, - noterlik yaptı istanbulda ayrıldıktan sonra- ölene kadar kapısında polisler bekliyor. Öyle oluyor ki Hüseyin Avni bey yağmur yağdığı zaman kapıdaki polislere evden yemek gönderiyormuş. "Zavallı benim yüzümden nöbet tutuyor adam." Birde böyle bir merhamet gösteriyor kendini muhasara altında tutan insanlara. Kel Ali diyorki : "Senide beraat ettik" diyor. (Hüseyin Avni'nin)Bir isyânı var. Ben onun resmini kitabevime asmıştım. O andaki(mahkemedeki) resmini, kafasını böyle dikce tutuyor. "Ulan kel!", diyor. "Lânet olsun!", diyor. "Bana ne yaptın?", diyor. "Beni kendimden şüpheye düşürdün", diyor. "Bu îdama mahkûm ettiğin adamların hepsi şeref ve nâmusuyla maaruf insanlardı", diyor. "Tebaruz etmiş insanlardı. Beni nâmusumdan ve şerefimden şüpheye düşürdün". Böyle bir şey varmı? Böyle bir şey yoktur. Böyle insanlara rağmen sistem değişti. Böylesi insanlar olduğu halde. Maalesef yani. Öyle aslanlar da vardı yâni. Allah böyle dilemiş diyelim. Bu imtihanı bu millet verecekti demekki. Felâketlerde hakedilmiş bir şeydir. O felâketleri bu millet yaşadı yâni. Ne suretle gelmiş olursa olsun.

    Tekkelerdeki Dejenerasyon (Bozulma

    Tekke ve zâviyelerin yasakalanması ve kaldırılması, hatta yok edilmesi, böyle hoyrat bir şekilde yok edilmesi, târikat ve zâviye alanını yok etmemiştir. Ama içini boşaltmıştır. Tekkeler altan alta faaliyetini (gizlice) yürütmüştür. Osmanlı, bir dergâhın şeyhi öldükten sonra yerine geçecek adamı pâdişahın onayıyla ancak atayabiliyordu. Bu seçimde "gece rüyamda gördüm, buranın üyesiyiyim. Ben şeyh oldum, bana riayet edin" demekle olmuyordu. Yâni başıboş değildi o alan, onu demek istiyorum. Osmanlı, bu alanı çok ciddi kontrol altında tutuyordu. Ve o yüzdende o müesseseler ciddi müesseselerdi. Faaliyetlerini çok sağlam yerine getiriyorlardı. Toplumun ruhunu inşâ etme yönünde, îmânını inşâ etme yönünde bir mastarat görüyorlardı. Yasakladılar, ne oldu? Yeraltına indi. Ondan sonra Kalkancılara kadar geldi bu iş. Müslimlere kadar geldi. Başka ne oldu? Bir başka boş alan âdeta târikat sistematiği gibi işleyerek bu ülkede bozgunculuk yaptılar. Kontrol etseydiler. Boş bırakıldı, bozulmasına sebeb oldular, o müesseselerin.

    Yağmalanan Vakıflar

    ...Asıl Cumhuriyet sonrası, bu resmi ideolojinin hastalıklarından birisi, zulümlerinden birisi: vakıf sistemini dejenere ettiler. Ki, Evkaf Bakanlığı vardı zâten. Asırlarca vakıflara kimse dokunup, yanaşmamış. Ben çocuktum. Babam derdiki. "Bak bu adam vakıf malı satın aldı. Bu adamın yatacak yeri yok" derdi. Bu vakıf yerlerini alanlar namussuz, satan kişiler bu işi dejenere ettiler. şimdi Erzurum, Edirne, Bursa gibi yerler vakıf envâlinin yoğun olduğu yerlerdi. Buralarda bir hiyanet soluğu gezdi ve oralar satıldı, yıkıldı, ranta dönüştürüldü.

    Asırlık mimarimiz yıkılıyor

    ....Mecbur olduğu alanı değil. Meselâ camiler Cumhuriyetten sonra halkın yardımıyla ayakta tutulmaya çalışılmıştı. Işte son olarak - Allah razı olsun - Tayyib (Erdoğan) Beyin iradesiyle vakıf yani evkaf umum müdürlüğü -Vakıflar Genel Müdürlüğü şimdiki ifadesiyle-, onların banka geliri var, vesaire, ayrıştırmak için Vakıf Katılım Bankası kurdu. Bir hassasiyet o aslında. Hiç bir dönemde olmadığı kadar cami, çeşme şu bu, Osmanlı eseri restorasyonu yapıldı, koruma faaliyetlerine yönelildi, yenileme rekoru kırıldı. Iki ayağı var bu işin: yenileme ve koruma (konservasyon). Cumhuriyetin başında adeta katliam yapıldı. Ihanet vardır. Bu resmi ideolojiyle, Kemalist ideolojisine bağlanabilecek en büyük yıkım ve kıyım budur. En önemli tasavvuf ilmiyle uğraşanların çok mühim bulduğu Ibrahim Efendi var. onun dergâhı, mezarı Muradiye Camii'dedir, oranın hazinesine taşındı. Adamın türbesi vardı. Mühim bir adamdı, tasavvuf alanında. Bunu yaptık. Söyledim tekrar olmasın. Fatihdeki o ricalden kalan şeylerin rant sebebiyle, asıl virüs ordan geldi zaten, Istanbul'un yıkımı, yok oldu. Vakıflarda da kâr ve kazanç iştahı, şehveti herkesin ahlâkını bozdu. Hiç ummayacağınız insanlar vakıf envaline el uzattı. Açık beddua var. Bilenler bilir. Insanın tüyleri diken diken oluyor, o bedduayı okurken. O yüzden bu vakıf meselesi çok su kaldıracak meseledir.