• Konular – 
  • Ataputun çağdaşlık domuzları

    Kapanan Kanal A da tarihle ilgili bir video seyretmiştim. Bu videoda 1930la 1940 yılları arasında yabancı ziyaretçiler için düzenlenen resmi geçitler için ayrılmış kısa bir bölüm vardı. Yabancı ziyaretciler için yapılan geçitler çok meşhurmış. Videonun kısa bir bölümü şöyle: "Bu geçitler sırasında halka da yer verilirdi. Halkın ne derece medenî olduğu gösterilmek istenirdi. Bu resmi törenlerde Bursa, Karacabey harâsında yetiştirilen domuzlarda geçit töreninde yer alıyordu. Böylesi bir uygulama neden yapılmıştı? Üretilen bu kadar domuzu ülkede tüketecek gayrimüslim varmıydı? Yoksa hiçbir şeye dikkat edilmeden bu etler tüketiliyormuydu? Bu soruların cevaplarını bilmiyoruz."

    Video biraz eski olduğu için hazırlayan kişi internette o zamanlar fazla bilgiye ulaşamamış.

    Haber kanalı burada araştırmayı bırakmış.

    Karacabeyden önce ilk önce Sarımsaklı Çiftliği domuz üretmeye başlar. Sarımsaklı Çiftliğinin resmi internet sayfasından şu bilgilere ulaşıyorsunuz:

    ---------------alıntıdır------------------------

    şeker şirketi fabrikanın kurulmasından itibaren Sarımsaklı Çiftliğinde domuz yetiştirmeye başlıyor. Hangi nedenlerle bilmiyoruz.

    - Fabrikada çalışan yabancıların et ihtiyacını karşılamak için olabilir.
    - Domuz eti yemeye devam eden "dönmeler" için,
    - Yurt dışına ihraç etmek için veya
    - Batılılar gibi domuz eti yiyerek medenileşmek, onlara benzemek için...

    Cumhuriyetin ilk yıllarında Batılılaşma, Batılılar gibi olma yönünde büyük bir çaba var. Yeni kıyafet ve elbiseler, yaşama alışkanlıkları, içki içme, eğitim, dans, müzik ve balo, sinemaya gitme, tenis oynama "medeni" sayılmanın önemli göstergeleri. Batı ülkelerinde görülen, rastlanılan her davranış kendi ülke insanlarımız için de "mubah olmalı" anlayışı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu yönde iki engel var: Gelenek ve göreneklerimiz, dini inançlarımız... Bunlar zayıflatılmaya çalışılıyor.

    Osmanlı toplumunun, Tanzimat'tan sonra gelişmiş Batı toplumuna karşı aşağılık duygusu içinde kıvrandığı düşünülüyor. Aslında "kıvranan" intelijansiya… Batıyı, gezmiş, batıda okumuş yarı aydın tipi insanlar. Ne kendi kültürlerini çok iyi tanımışlar, ne de Batıyı... Batılı gibi olmak istiyorlar ama hangi elbiseyi giyseler, hangi davranışı gösterseler, hangi yemeği yeseler bir türlü olamıyorlar, olamıyoruz... Hepimiz suit elbise giymiş, kravat takmış Doğu mentalitesiyle hareket eden insanlarız. Çünkü "Doğu" adını verdiğimiz uzak coğrafya, tarihi tecrübemiz ve geçmişimiz bizi serbest bırakmıyor, bırakmayacak.

    Aşağılık duygusundan kurtulmanın tek yolu var: "Batıya benzeme çabalarını bir kenara iterek, tam anlamıyla Batılı olmak"... Yüz yıldır verilen uğraş bunun için... Aşağılık duygusundan muzdarip aydının yerini artık çağla özdeşik Yeni Aydın tipi almıştır. O hem Batılı, hem Doğulu, hem Güneyli, hem Kuzeylidir. Kısacası tüm Dünyalı... Tarihi çizgide sürekliliği koruyarak kendisi olmak, kendi oyuğunu onun üzerine, dünyadaki gelişmeleri dikkate olarak inşa etmek zorluğundan vazgeçmiştir.

    "Domuz eti yenecekse, yenir" tezi onu Batılı yapmıştır, fakat mutsuzdur. Nedeni, arkasına dönüp baktığında peşinden gelenlerin çok az olduğunu görmesi... Insanların çoğu Batılılaşmaya, Dünyalılaşmaya itiraz etmemekle birlikte kök hücrelerinin bozulmasına izin vermeyen bir yaklaşım içinde... Küresel arenanın her tarafında "dünyalaşarak kimliği güçlendirme" davranışı güç kazanıyor. Değerlerini ret eden kişiler, marjinal kalmaya mahkum. --- Burak Onaran'ın MutfakTarihi: Yemeğin Politik Serüvenleri isimli eserinde bildirdiğine göre, 3.8.1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ev hanımlarına domuz etinin nasıl pişirileceği konusunda öğütlerde bulunuluyormuş. "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" gibi bir şey ama Cumhuriyetin hedef kitlesi aslında "Yeni Aydın" adını verdiğim o tipler... Veya Müstagrip Aydın... O dönem için "Batı şoklamasından" geçmiş kişiler. Büyülenmiş, şaşalamış, şaşkınlaşmış...

    Aynı kitaptan...

    - "1943 yılından itibaren domuz üretimini artırmaya yönelik devlet emriyle bazı girişimlerin..."
    - Vedat Pınar'in 1945 yılında "Domuz Yetiştirmek" başlıklı bir kitap yayınlaması...
    - ..."Türkiye'de Domuz Yetiştirme ve Yararları" … başlıklı bir kitabın geldiğini yazarının Alpullu şeker Fabrikasının mühendislerinden biri...
    - … Domuzdan istifadenin devlet eliyle kurumsallaştırılması..
    - şeker fabrikalarının 1943'te 50 adet domuzla başlayan satışı, 44'te 200'e, 45'te 400'e, 46'da 500'e, 47'de 750'ye kadar yükselir.
    - Gazetelere ilan veriliyor: 1000 besili domuz satılıktır. (Antrparantez 'Besili Domuz' ifadesi bizde küfür kadar ağır hakaret...)
    - 1940'larda tek parti rejiminin domuz eti tüketiminin yaygınlaşmasına yönelik bir beklentiyi içerme ihtimali göz ardı edilemez.
    - Fakat asıl ihracat amacıyla üretildiğini söylemek akla daha yatkın gözüküyor. Ihraç edilen ürünler arasında domuz var.
    - Necip Fazıl "Köy Enstitülerinde sırf Anadolu köylüsünün ananevi inancını yıkmak için şarap ve domuz eti propogandası yapılması konusunda Tonguç Baba'nın resmi tamimleri vardır" diye yazar.
    ----
    "Domuz" teması 1930'lu yıllardan itibaren tencereye konulup ısıtılmaya başlanıyor. şeker fabrikaları 1943-1947 yılları arasında domuz işiyle ilgileniyor. Üretiyor ve satıyor... O yıllarda fabrikalarda artık yabancılar yok. Domuz üretiminin iki gayesi olabilir: ekonomik kazanç elde etme ve devrimsel bir proje olarak. Daha çok kazanç elde gayesi ön plana çıkarılıyor. Domuz eti yiyerek medenileşme projesi zihinlerin arka planında... "Tutarsa, tutar. Iyi olur... Tutmazsa fazla ön plana çıkarılmasın", diye düşünülüyor.
    ----
    Teliçi'ndeki fabrikanın fotoğraf albümünde Sarımsaklığı çiftliğindeki domuzların fotoğrafını görmüştüm. Insan irkiliyor, garipsiyor... "Kardeşim, yetiştirecek başka hayvan mı kalmadı" diye düşünüyorsunuz. Fazla materyalizm "değerleri" öldürüyor ve "para için her şey mubah" anlayışına dönüşüyor. Maddiyat ile değerler arasında denge kurma arayışı kıyamete kadar devam edecek... Maalesef dönem, dönem birinden diğerine olması gerekenden fazla ağırlık vermişiz. Her bir dengesizlik tedavi edilemez kompikasyonlar yaratıyor.
    ----
    8.3.1990 Cumhuriyet
    https://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/1990/3/8/15.xhtml
    Ahmet Lütfi Dağlar'ın kitabı, kitapçılarda satılmıyor. Yalnız dost- larına, öğrencilerine armağan etmek için bastırmış. Ancak çok- meraklı olanlarla, yayınevlerinden kitapla ilgili yeni baskı yapmak isteyenler kitabı, "14S7 Sokak 16/11-Alsancak/lzmir" adresinden isteyebilirler.

    Kitabın 83. sayfasında, köy enstitüsüne, kalabalık bir ekiple baskın yapan Milli Eğitim bakanlarından Resat şemsettin Sirer- in, enstitüde gördüğü "Türkiye'de Domuz 'Vfetiştirme ve Yararları" adlı kitabın öyküsü de anlatılıyor. Bakan Sirer, Lütfi Dağlar'ın eşi Sekine Dağlar'ın tabiat bilgisi dersine de girer. Derste ormarv larla ilgili bir konu işlenmektedir. Keçilerin ormanlar için zarar- ları tartışılıyor. Bakan, sıraların gözlerındeki kitapları gözden geçirirken domuz yetiştiriciliği ile ilgili kitap gözüne çarpar. Ko- nuyu, bu kitap ve domuz yetiştiriciliği üzerinde bazı sorularla değiştirir. Kitapla, kitaptaki konularla öğrencilehn ön bilgileri ol- duğundan tartışma canlı geçer Sınıfça, domuz yetiştirebilme- nin yurt ekonomisine keçiden daha çok katkıda bulunacağı sonucu çıkarılır. Bakan, kitabı da alarak başka bir derse girmek üzere sınıftan ayrılır.

    Lütfi Dağlar, "Bu kitabın, elimize nasıl geçtiğinin öyküsünü kı- saca anlatıvereyim" diyerek şunları ekliyor:

    "1944-1945 ögretim yılı aşağı yukarı. Bir gün sevgili postacı- mız Höke Dayı, Bahçe ilçesindeki postamızı getirdi. Postadan "Türkiye'de Domuz Yetiştirme ve Yararlan" adlı, şimdi adını tam hatırlayamıyorum bir kitap da çıktı. Kitabı Alpullu şeker Fabri- kası mühendislerınden biri yazmıştı Kitabı, vakit buldukça bir haftada okudum, beğendim ve geçmiş gün, 150-200 tane sipa- riş verdim, kitaplar geldi. Bu kitapları 4., 5. sınıf öğrencilerine verecek ve sınıf kitaplıklanna koyduracaktım. Bundan önce öğ- retmen ve öğrencilerimle bu kitap üzerinde çok yanlı bir konuş- ma yapmadan bu işi yapamazdım, değilse köy enstitülerinde neler yapılıyor diye adamı tefe kor çalarlardı. Öğretmen ye öğrencilerimize, bir hafta sonu toplantımızda ko- nuyu açtım. Önce Eskişehir şeker Fabrikası'nın yetiştirdikleri do- muzların iyi bir fiyatla, domuz eti yiyicilerce satın alındığını, çok kârlı olduğunu öğrendiğimi kısaca anlattım. Sonra elimdeki do- muzculukla ilgili kitabı gösterdim, kitap hakkında bilgi verdim... Müslüman halkımızın domuz eti yemediğini, domuzu sevmedi- ğini de ekledim. Amacım, dormuz yetiştirmenin yurt ekonomisi- ne olan katkısı üzerinde durmak ve eğer yetiştirme olanağı bulunursa sürekli, iyi bir gelir kaynağı olacağını bilmemizin fay- dalı olacağını sizlere duyurmaktır, dedim..." Lütfi Dağlar'ın anlattığına göre öğrencilerle kimi öğretmenler kitabı okurlar. aralarında günlerce tartışmalar sürer. Domuz eti yeme, yememe üzerinde pek durulmaz, ama ekonomiye katkı- sında birleşirler. Köylerde nasıl uygulanabilir tartışması çıkmaz- da kalır...

    "Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" der bırakırlar. Konuyu daha fazla deşmek, köy enstitüleri düşmanlarına fırsat vermek olur, diye düşünürler. Hasan Âli Yücel'den sonra Milli Eğitim Bakan- lığı'na getirilen Reşat şemsettin Sirer, Lütfi Dağlar'a kitapla ilgi- li olarak "Bu konu üzerinde aynca görüşelim, tartışalım" der. Ama bir daha konuya dönmez. Sirer, Almanya'da uzun süre öğrenci müfettişliği yaptığı için, Lütfi Dağlar "Epeyce domuz eti ve ma- mullerinden yemiş olmalı" diye düşünür. Konunun yeniden ele alınmamasını böyle yorumlar.

    -------------------alıntının sonu---------------------------------------------

    Güven şahin, Türk Dünyasında Domuz (Sus scrofa domesticus) Yetiştiriciliği ve Türk kültüründe domuz adlı çalışmasında domuz yetiştiriciliğiyle ilgili şunları yazıyor:

    --------------------alıntının başı ----------------------------------------------------

    Türkiye'de bu alandaki planlı girişimler şeker Fabrikaları Umum Müdürlüğü'nün pancar küspesinin hayvancılığa olan katkısını halka sunmak için önce inekçilik ardından da birkaç damızlık domuzla bu işe girmesiyle başlamıştır. Trakya'da Sarımsaklı Çiftliği'ndeki bu girişim ilk yıllarda oldukça iyi sonuçlar vermiştir. Bunun sonucunda da ülkenin en büyük domuz ahırı tesis edilmiştir. Söz konusu işletme beton zeminli, dekovil hatlı, iki yüzme havuzlu, kireçli modern yalakları bulunan, gezinme ve otlama için tesis edilmiş meraları ile dönemi için oldukça kompleks bir yapıydı. Bunun sonucunda da çiftlik yılda 600 ila 800 baş arasında domuz yetiştiriciliği kapasitesine erişmişti (Pınar, 1945: 58). Bu başarılı girişimin ardından Devlet Ziraat Işletmeleri Kurumu (1938 - 1950)'da harekete geçmiş ve Kırklareli (Lüleburgaz) Türkgeldi Çiftliği (Türkgeldi Tarım Işletmesi)'nde domuzculuğa başlamıştır. Domuzculuktaki bu karlı ve de hızlı gelişme dönem için diğer hayvancılık sektörlerinin de dikkatini çekmiş, Karacabey Harası (Bursa)'nda da ek bir faaliyet olarak domuz yetiştiriciliği yapılmaya başlanmıştır (Pınar, 1945: 59). Tüm bunların sonunda 1940'ların ikinci yarısına gelindiğinde sadece Istanbul'da bir düzine, Ankara (Çivril)'da da bir tane domuz yetiştiren işletme bulunuyordu. Söz konusu yıllarda Türkiye'de 2.200 başlık domuz mevcudu bulunuyordu. Domuz yetiştiriciliğinin kısa sürede gelişmesinde domuzun uysal oluşu, çabuk üremesi, hem ahır hem de merada rahatlıkla yetiştirilebilir olması, et veriminin yüksekliği, çok ekonomik besin (yem) maddelerini kısa sürede ete ve yağa dönüştürebilme kabiliyeti, pazar sıkıntısı yaşamaması ve dayanıklılığı rol oynamıştır.

    --------------------alıntının sonu ----------------------------------------------------

    Burada sadece Sarımsaklı çiftliğinin 1938 yılına gelindiğinde 800 domuz üretttiğini ve başka çiftliklerin de belki aynı sayıda domuz ürettiğini, 1945de bu sayının bütün Türkiyede 2200 bulduğunu görüyorsunuz, fakat bu domuzlar kimin tarafından tüketildi diye baştaki video sorusuna cevap bulmak lazım.

    Türkiye nüfusu 1923 - 1940lı yıllarda sadece 13milyondu. Yahudi nüfus büyük bir oranla Sebatayist dönmelerden ibaret olarak bazı rakamlara göre 60bin ise de bu Yahudilerin fakir olan yarısı Israel devleti 1948de kurulduktan sonra Israele göç etmiştir. Yahudiler inançları gereği müslümanlar gibi domuz eti yemezler. Yani Yahudi gayrimüslümleri bu domuzları kim yedi sorusuna katmıyoruz. Sebatayistler asıl Yahudilerden ayrı olarak domuz eti yerlermiydi Türkiyedeki Rum nüfusu Lozan sınırları içinde 1,2milyon ise de Lozandaki mübadele madddesi gereği üzere (Kaynak : Ayhan Ateş, 2008) mecburi Yunanistana göç etmişlerdir. Sadece Istanbul, Gökçeada ve Bozcadadaki Rumlar Türkiyede kalmışlar ve sayıları ise en fazla 200bin dir. Ermeniler ise 110binin altındadır. Yani 13 milyonun kabaca 300bini gayrimüslimdir. Cumhuriyeti kuran kadrolar( mesela valiler, emniyet müdürleri, bakanlar, milletvekilleri, bütün memurlar ve masonlar da) gayrimüslüm sıfatına uygun yaşamışlardır. Yani domuz eti yemeleri muhtemelendir. şunu söylemek lazımki Osmanlıda ve yeni Türkiye Cumhuriyetinde Ermenilerde domuz yetiştirme geleneği çok fazla değildir. Onlarda domuzdan daha fazla inek, koyun yetiştirmektedirler. Domuz yetiştiren Ermeni çiftçi vardır, fakat diğer hayvan yetiştiren Ermeni çiftçilere göre azdır. Kaldıki Ermeni nüfusunun çoğu zanaatkar yani el becerileriyle ilgili meslek sahibi insanlardır ve aralarında çiftçi olan Ermenler müslüman nüfusuna göre daha azdır. Zaten domuz eti o zamanlardaki Türkiyedeki gayrimüslim zengin insanlarca da rağbet edilen bir yiyecek türü de değildir. Domuz eti Balkanlarda yaşayan ortodoks nüfusun daha çok arasıra beslediği, fakat en fazla Batının ve Doğu Avrupa ülkelerinin tercih ettiği ve tükettiği bir hayvandı. istanbulda en ünlü domuz kasabının bir Ermeni değilde bir Rum olduğunu (Kozmağlu) olduğunu görürsek domuz etinin Ermenilerden daha çok Rumlara ait bir gelenek olduğunu tesbitini doğrular. Ki Anadolu Ermenisiyle Istanbul Ermenisi arasında bile fark vardır. Bu sonuca göre bir kaba kıyaslama yaparsak Cumhuriyetin ilk yıllarında devamlı domuz tüketen ne kadar gayrimüslim vardı sorusunun cevabı şudur: En fazla 20bini geçemez. Peki üretilen et miktarı yıllık 2200 domuz olduğunu ve bir domuzun 300kilo olduğunu hesaplarsak kişi başına domuz eti tüketimi gayrimüslimlerde yıllık 33kg tutar. Bugün 2022 yılı itibarıyle Almanyada bile domuz tüketimi yıllık 45kilodur. Yani bu kadar domuz Türkiyede yenilemeyeceğine göre ihraç edilmiş olması lazım diye insan düşünür.

    1945de yetiştirilen domuz sayısı 2200 taneyken, 21inci yüzyılda, günümüze gelindiğinde Türkiyede yetiştirilen domuz sayısı 1991yılında 569 tane, 2017de sadece 1361 tanedir. Türkiye nüfüsu ise 2000li yıllarda 75-80milyon arasındaydı. 1940lı yıllarda bu nüfusa göre orantısız fazla miktardaki domuz sayısı fazlası ihracatla açıklanabilirmi?

    Domuz tüketecek gayrimüslim insan yok, fakat devlet tarafindan yürütülen aşırı derecede domuz üretimi var.

    şimdi devlet üretmişte sâde gayrimüslim vatandaş domuz üretemezmi diye akıllara soru gelecek olursa eğer, sâde gayrimüslim vatandaş elinde imkânı olsa dâhi domuz üretmez, çünkü domuzdan alınan vergi sığırdan alınan verginin 3 katı, deve vergisiyle aynı oranda. iç piyasada alıcı olmadığı ve devletin de vatandaştan domuz alıp ihraç edecek durumu olmadığı için, sâde gayrimüslim vatandaş kendi yiyeceği etin ucuz şeklini üretir, o da zaten alışık olduğu sığır veya koyun etidir.

    Ankara Ticaret Borsasına göre 1930 yılında bir kilo koyun eti 50 kuruşa, dana eti de 32 kuruşa satılıyormuş. Bu fiyatlar 1940lı yıllarda fazla değişmemiş. BIUM. (1939). Tarım Istatistikleri 1934-1937. s. 17.bilgilerine göre Türkiyede 1936 senesinde 8,5milyon sığır, 20,5milyon koyun bulunuyormuş. Domuz rakam olarak çok büyük bir üretim hayvanı olarak yerini hiçbir zaman alamamış, belirttiğim gibi 2bin200ü hiçbir zaman geçmemiş.

    13 Ağustos 1933 Milliyet gazetesinde çıkan bir haberde Ankarada domuz eti ve mamüllerinin satışının fazlalaştığını belirtir.
    Tüketen insanların Ankaradaki ecnebilerin olduğunu söyler.

    Burada gazetede belirtilen ecnebi nüfusu mesela Istanbuldan Ankaraya taşınan yabancı ülkelerin elçiliklerinin memurlarıdır. Bu elçilikler 1930ların başında faaliyete başlamışlardır. Ankarada yeni faaliyet gösteren değişik dallardaki yabancı şirketlerin bazı temsilcilikleride buradadır. Tabii ecnebilerden başka Avrupada veya Balkanlarda eğitim görmüş veya yetişmiş ittihat terakki yani Batı tarzı hayat şekli olanlarda domuz eti veya mamülleri tüketmişlerdir. Rum ve Ermeni nüfus yeni kurulan ve eskiden bir kasaba olan başkent Ankarada yok denecek kadar azdır.

    Yukarıda belirtiğim domuz vergisinden daha başka sayım vergisi ve mezbaha vergisininde olduğunu ve domuz besleyenden bunun alındığını bu gazete küpüründen öğreniyoruz. Bu bize fakir veya orta halli bir Rumun veya domuz yiyen vatandaşın zengin olması gerektiriyor neticesini çıkarıyor ve fakir Rum veya Ermeni asıllı vatandaşın asla kendi ihtiyacı için domuz besleyemeyeceğini bir kez daha ortaya koyuyor. yani Türkiyede domuz tüketen kesim zengin halk sınıfı.

    Tuğba Çalışkan, ikinci dünya savaşı Yıllarında izmir'in iktisadi hayatı (1939 - 1945) adlı çalışmasında izmir mezbahasında 1943 yılında Izmir mezbahasında 182 domuz kesildiğini belirtmekte. 1943 yılında kesilmiş et ihracatı olmadığı (daha doğrusu olamayacağı için, çünkü soğutucu sistemli nakliyat o zaman yoktu ve domuz eti çok çabuk bozulabilen bir et türüdür) için bu kesilen domuzların Izmir yöresinde oturan Rum halkının tükettiği mutlaktır. Rum asıllı olmayan fakat Batı zihniyetli ve Masonların da domuz eti tükettiği büyük ihtimaldir.

    Dikkat ederseniz ben her zaman rakamlarla tespit yapıyorum. Rakamlar ortada duran bir vaziyeti gösteriyorsa ve bu vaziyet bir şeye işaret ediyorsa bu işaret varsayımdan çıkmaz hakikat olur. En yukarıda Sarımsaklı çiftliğinin belirttiği domuz neden üretildi sebeplerinden birisi olarak gayrimüslimlerin et ihtiyacını karşılamak vardı. Üretilen et miktarı gayrimüslimlerin ihtiyacının bir kaç kat üstünde olduğuna göre domuz ihraç edildi ve mesela Izmirde

    şimdi ihraç edilen yani yurtdışına satılan domuz miktarına bakalım: 1937de TBMM de kabul edilen bir kanuna göre domuz ihracatından damga vergisi kaldırılımıştır. Yani Türkiye domuz ihraç etmiştir.

    Fakat soru şudur: ilk üretilen domuzlar yurtdışına ihraç içinmi üretilmiştir, yoksa Batıya benzemek içinmi üretilmiştir? Bu sorunun cevabı mutlaka Batıya benzemek içindir. Batı delisi devlet, batıya benzemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Mesela şeker fabrikaları sadece şeker üretmek için yapılmamıştır. şeker fabrikalarında eğlence yerleri, Batı hayatını taklit etmek üzere yapılmış toplantı binaları, işci lojmanları mevcuttur. Ataputumuzu hatırlayalım. Kendi servetiyle yaptırdığı Atatürk Orman Çiftliğindeki fabrika demir çelik fabrikası veya demir haddehanesi değildir, herkesin bildiği kendisine özel bira fabrikasıdır. Bu biraları da satmak için kendi adamı (sadık köpeği) Falih Rıfkı Atayı Ulus gazetesinde bira reklamıyla görevlendirmiştir. Ulus gazetesi reklam olarak en azından 7 yıl boyunca bira reklamı yapar. Ataputumuz kocaman bira fabrikasının ürettiği birayı tek başına içemediği için ve Ankaradaki Mason devlet memurlarının bile bu kadar birayı bitiremediği için birayı satmak zorunda kalmıştır. Aynı şey domuz içinde geçerlidir. Önce halkı Batılılaştırız ve domuza alıştırırız zihniyetiyle yola çıkılmıştır. Fakat halk islamdan ve geleneklerinden vazgeçmediği için ve Rumların ve Masonların yetiştirilen o kadar domuzu bitiremedikleri için tek çare ihracat olmuştur. Aynı Batı zihniyeti yeni açılan kumaş ve şeker fabrikalarında yani büyük çaplı her işletmede de uygulanmıştır. Yeni açılan fabrikalarda Batıya benzemek için üretimden binalarından başka ek binalar yapılmıştır. Bu adına sosyal binalar denilen binalarda rakılı Batı tarzı balolar ve toplantıları düzenlenmiştir. Tek gaye Batıya benzemek için atılan adımlar saymakla bitmez. Domuz çiftliklerinin kuruluşu da Batıya benzemek içindir. Zaten Batılı gibi hayatını yaşayan masonlar ve Batıda tahsilini almış bir azınlık vardır(mesela ittihat ve Terakki üyeleri), fakat bunlar azınlıktadırlar, bunların çoğu domuz etini yemeye dünden hazırdırlar. Mesele Ataputun da düşüncesi olduğu gibi halkı domuz yemeye alıştırmak, olmazsa zorlamaktır. Domuz eti yemenin önünde ise islam vardır. islamı yok edemeyince yetiştirilen domuzları yurtdışına ihraç etme mecburiyeti doğmuştur. Çünkü bu domuzlar alıcısı olmayınca öldürülmek zorunda kalınacak ve domuz çiftlikleri kapanmak zorunda kalacaklardır.Cumhuriyet döneminde sadece bir değil onlarca domuz çiftliği kurulmuştur. islamı o kadar değiştirmek ve yok etmek istensede, islam kendini muhafaza etmiş ve müslüman geleneğini muhafaza etmiş, toplum domuz etini yememiştir. Ataput Türk toplumunu tümden değiştirememiştir, daha doğrusu ömrü yetmemiştir. şunu söyleyelim: Eğer Ataputumuz 10 yıl daha yaşasaydı, Türkler kesin domuz yemeye başlarlardı. Çünkü inönüye göre Ataputumuz daha diktatör bir insandı. Eğer yaşasaydı devrimlerin arkası kesilmeyecekti, mesela bir yiyecek ve besin devrimi çıkardı, herkese Batılıların yediği ve içtiğini yemek mecburiyeti bir devrimle insanlara dayatılırdı. inönü Batı devrimi adamı değildi, sadece Ataput zamanında çıkan kanunları ve kanun olmayan uygulamaları sertleştirdi, o kadar yani o kadarda kaldı. Neyse Ataputumuz erken öldü de, bizde domuz yemekten ve her gün bira içmekten kurtulduk. Size benim sözlerim sert gelebilir fakat ne yazıkki gerçek bu. Hazır sırası gelmişken bizim Fesli Delinin bir tespitini burda hatırlatalımda onu hem anmış oluruz, hemde Cumhuriyet kadrolarının nasıl bir Batı delileri olduğunu pekiştirir. Fesliye deli diyorlar, Kemalister zırdeli insanlardır, hemde katıksız. Türk erkeklerinin sünnet olmaması için bir kanun hazırlığı içindedirler bizim Kemalist kadrolar.Tabiiki Batıya benzemek için. O sırada Ayasofyayı tetkik etmeye gelen bilim adamlarına soruyorlar: "Biz sünneti kaldırmak istiyoruz, size benzemek için, siz ne diyorsunuz?" Avrupalı bilim adamlarının cevabı: "Sünnetin sağlıklı olduğu bilim tarafından ispatlandı, bu yüzden Avrupada yüksek tahsilli insanlar sünnet olmaya başladılar". Bu yüzden Cumhuriyet kadrosu sünnet olmama kanun teklifini geri çeker. Sebebi şöyle: "sakın ha, biz Batıya benzemek istiyoruz, Batılılar ilerde sünnetli olursa biz sünnetsiz kalırız, onlara benzeyemeyiz." Sonra Abdullah Cevdetin Avrupadan getirmek istediği Batılı erkek damızlık insanlar. Ataputun kendi kızkardeşi Makbule Atadanı Batı görgü üsullerine göre yetiştirmek için bir Batı kültürü öğretmeni tutup, kızkardeşini eğitmek istemesi gibi. Işte kızkardeşine balo dansı eğitimi, yer sofrasından masa sofrasına geçmesi, kaşık bıçak kullanması, Istanbullu nazik dil kullanması, fakat kızkardeşinin ve eniştesinin koskoca karı ve herif, yani yaşlı başlı olduğu için Türk kültüründen bir türlü vazgeçiremediği, falan, falan. Say say bitmez.

    Zırdeli Kemalistlerden biri kendisi üniversite bitirmiş bir insan, video yapmış, diyorki "Batılışma işte Tanzimat zamanında başladı, Ataput zamanında Batılılaşma yoktur, çağdaşlaşma başlamıştır." Tabiiki kendilerince sünnet olmama, domuz eti yemek, rakı içmek, islamı yok etmek, Batının herşeyini almak çağdaşlaşmak oluyor. Kendilerine göre sanayileşmek ve tekniğini ilerletmek çağdaşlaşmak değildir. Ataput Türkiyeyi sanayileştirmemiştri ve teknoloji kazandırmamıştır. 2. Abdülhamit bile Ataputtan daha fazla Osmanlıyı sanayileştirmiştir. Zaten Osmanlı çağdaştı, eksik olan tek şeyi geri kalan sanayisi ve teknolojisiydi. Makineleşmek, insanın hayatını kolaylaştırmaktır. Ataput cumhuriyetle beraber ne makineleşti, ne sanayileşti, ne de Batıyı teknolojik alanda yakaladı. Sadece tam anlamıyla kültür alanında Batılılaştırdı. Neyse bu zırzavatlar zaten modernlik ve çağdaşlığın ne olduğunu bile bilmiyorlar. Bu zihinden fukara insanların beyinleri tek yönde düşündükleri için onlara biraz ilham vereyim: Farzedelimki mesela 1800 senesinde Afrikanın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir kabileyi düşünün, mesela pigmeler. Hiçbir makineyi ne bilirler ne de kullanırlar.Yazıları varmıydı o zaman bilmiyorum. Hakaret olmasın bu kabileye, varsa özür dilerim. Bu insanlara kimse çağdaş demez. Fakat makineyi bulsalardı, müsbet ilimleri(fen,fizik,kimya) Avrupadan önce keşfetselerdi çağdaş olacaklardı, yada herkes onlara çağdaş diyeceklerdi. Hatta Avrupaya kendi kültürlerini, geleneklerini, kıyafetlerini götüreceklerdi. Yani pantolon çağdaşlık olmayacaktı, belki çıplaklık çağdaşlık sayılacaktı. Pigme kültürü çağdaşlık sayılacaktı. Pigmeler çıplak oldukları içinde Kemalistler çağdaşlık olarak kültürü anladıkları için çıplaklığı alacaklardı. Demekki zırdeli Kemalistler Batının makinesi, teknolojisi çağdaşlıkmış, kültürü değilmiş. Tersini de ispatlayamazsınız. Fesli delinin fesine takmışsınız kafayı. Ne için o fesi taktığı bile size bir ders, fakat zırdeli olduğunuz için herkesi de deli zannediyorsunuz, yani kendiniz gibi zannediyorsunuz. şöyle düşünün yahut kendinize şu soruyu sorun: Japonların medeniyeti bambaşka ve Çinin de bambaşka fakat Kemalistler Japonyaya veya Çine çağdaş diyorlarmı? Kendilerine örnek olarak Japon ve Çin kültürünü örnek olarak gösteriyorlarmı? Hayır ve hiçbir zaman. Fakat bilimde ve teknolojide Batıyla aynılar. Demekki Ataputun ve Kemalistlerin dertleri bilim ve teknoloji zaten değildi ve olamayacakta. Tanrıları Ataput Batıya taptığı için onlarda Batıya tapmak mecburiyetindeler, tanrıları ne demişse onu yapmaya mecburlar. Batı kültürü onlar için çağdaşlıktır, Doğu Asya teknolojisi değil. Domuz çiftlikleri sadece ve sadece halkımız tarafından bilinmeyen bir çağdaşlık projesidir. şimdi yazımın başlığının neden Ataputun çağdaşlık domuzları olduğunu anlamışsınızdır. Batıya benzemek için, Batının kültürünü almak için.

    şöyle bir soru da hiç sorulmuyor: Bu millet ne zaman sanayiye, teknolojiye, fene ve bilime karşı çıktı veya okutulmasını reddetti? Hangi din adamı veya başkaldıran veya hain diye damgalanan kişi veya kişiler veya isyan çıkaran kişiler teknolojiyi istemediler ve başkaldırdılar? Aksine başkaldıranlar "kültürümüzü yok ediyorsun" diye başkaldırdılar. "Çağdaşlık sanayiyle, teknolojiyle olur, kültürle değil" diye başkaldırdılar. iskilipli Atıf Hoca bir fen, bilim müderrisidir(profesörüdür) Aynı bu sözleri yani "Çağdaşlık teknolojiyle olur, kültürle değil" sözünü 1923ten önce yazmıştır. Fakat Ataput tam aksini yapmış "Çağdaşlık Batı kültürüyle olur, teknolojiyle değil, teknoloji ikinci plandadır" uygulamasını Türkiyede zorbalıkla, devrimlerle uygulamıştır. Türkiyede bir teknolojiye karşı bir isyan yok, Kurtuluş Savaşından bugüne kadar. Dayatılan bir Batı kültürüne karşı haklı bir isyan var. Ve böyle olması da lazım zaten. Çünkü Batıcı devletin öyle bir milli teknoloji, milli sanayi, milli sanayii planı yoktu. Hatta sanayi kurmak için bazı kişiler vatandaşlar devletten önce davranıp özel fabrikalar kurdular. Devletin bütün amacı Batı kültürünü ve sistemini ve hayatını Türkiyeye getirmekti ve uygulamaktı. Domuz çiftlikleride sadece bunlardan biriydi.

    Köy enstitülerinde domuz besiciliğini öğreten kitaplar da okutuldu.Ismail Hakkı Tongucun oğlu Engin Tonguc tarafından yazılmış 2 ciltlik Ismail Hakkı Tonguc biyografisinin 2inci cildinin 309uncu sayfasından alıntı: Enstitülerde öğrenciye domuz besiciliğini öğreten teknik besicilik kitapları da okutuldu.

    Mevzuyla alakası yok ama şimdilik başka bir mevzuya katamadığım için köy enstitülerinin tam bir dinsiz ve ahlak kurallarını hiçe sayan bir toplum yetiştirme amacını güttüğünü belirtmek için köy enstitülerini anlatan 2 maddeyi burada sıralamak istiyorum:

    Engin Tongucun Ismail Hakkı Tonguc biyografisinin 2inci cildinin 72inci sayfasından alıntı: Ankaradaki Hasanoğlan köy enstitüsünde 1944 yılbaşı gecesini öğretmenlerle öğrenciler içkili yılbaşı partisini beraber alenen düzenleyerek kutladılar.

    Kanadalı kadın yazar Fay Kirby nin 1960 yılında yayınlanan Türkiyede köy enstitüleri adlı kitabının 190 ve 207inci sayfalarından alıntı.: Enstitü öğrencisi erkeklerin geneleve gitmeleri okul yönetimi tarafından serbest bırakılmıştı.